Google

Ben iyiyim de, çevrem kötü...

31 Temmuz 2014 Perşembe

Turnike

Her mesai bitiminde, "Bugün de sağlam çalıştın, haydi şimdi evine koş koçum!" samimiyetiyle, her geçişimde kıçıma şaplak atarak, dış dünyaya açılmama start veren turnikeyle, bu seviyesiz münasebete bir son vermek için, ona nasıl yaklaşmalıyım artık bilemiyorum. İlişkilerimizde bir sınır olmalı ama yahu!

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Kel Kadın

Sabahları uyandığında perdeyi ve pencereyi açmaya ve güneşi görüp havanın kokusunu almaya ihtiyacı yoktu onun. Geceleri tavanından görünen yıldızları izlemek yetiyordu ona. Ona göre, güneşin kuvvetli ışıklarına gerek yoktu o kadar da. Işıkların gücü artınca görünecek şeyler farklılık göstermiyordu nasılsa ve tasarruf etmek lazımdı! Hem zaten güneşe bakıp bir şeyler söylemek; onunla konuşmak zordu. Evet, biraz “kızgın”dı ve bir şey söylemeye gelmiyordu pek:) Yıldızlar daha sevecendi sanki. Yerlerinde kıpırdamadan duramadan; heyecanla ve merakla söylenenleri bekliyor ve sonra yavaş yavaş kaçışıyorlardı.
Günün ışıkları yandığı sıralarda hızla ve telaşla yolduğu saçlarıyla ilgili planları vardı onun belki de. O, Rapunzel’in ayrı bir versiyonuydu! Hayallerine ulaşmak için tutunacak telleri biriktiriyordu gizli “yer”lerde. O’na o telleri sayması bunun için söylenmiş olmalıydı: bir gün onları birleştirip, hayallerine ulaşması için. Böylece hayalleriyle bir bağlantı kurabilirdi. Ama bir şeylerin elinde olması ve çok sayıda olması her zaman iyi bir anlama gelmiyormuş!:)
Olması gereken her yaşta olmuştu artık. O’na dedikleri gibi… 9 yaşında oldu… 12 yaşında oldu… 15 yaşında oldu… 18 yaşında oldu… her sözü dinleyip, söyledikleri tüm yaşları yaşamıştı. Yaşlanması işe yaramayınca, aşık olması gerektiği söylendi O’na! Söylenen her şeyi yapmak istemiyordu artık. Hayatına bu kadar müdahale yeterliydi! O’na kalsa mutlu sonlara gerek yoktu zaten. Tüm odaları terk etti. Güneş ışığına gerek yoktu. Zaten sırt ağrılarına bile iyi gelmemişti. Karanlık bir koridor seçti. Nasılsa görmesi gereken her şey yine aynı netlikte görünebiliyordu. O da tasarruf etti. Mesela elektrik ve sudan! Kendi kaynaklarından harcamış olduysa da en azından maddi bir kayıp yaşatmadı!
20 yıllık alışkanlıktı ne de olsa giderek artan. Bırakmak zordu tutunması için biriktirmiş olduğu ipleri. Birleştirilemeyecek kadar kopuklardı ve birbirlerini tutmamaycak kadar da güçsüz. Aslında Rapunzel’in ayrı versiyonu falan değildi o! Kurdurulmuş hayalleri gerçekleştirmek için önüne oyalayıcı bir yöntem konulmuş bir “çöp ev” sahibiydi. Evini temizleyip, oradan çıkardığı samanlarla doğalgazdan tasarruf edebilirdi mesela.
Cesaret, doğru cümleleri kurmaktı: arkasından söylenenler veya yüzüne söylenen ima dolu cümleler değildi.

29 Temmuz 2014 Salı

Bayramınız Ne Olursa Olsun!

Live In Gaza... http://www.ustream.tv/occupiedair 
And the KILLER ISRAEL claps this view!!! They are sending bombs every fucking minute! And 2.600.000 people are watching it...

Live Gaza
Live Gaza

Her yıl geldi diye üzülüp, "yine mi insan seli?!" diye beni bunalımlara gark eden bayram arifeleri ve sabahlarındaki tüm oflamalarımı içime dürüp sokmuştur, mübarek günlerimizde şerefsizce bir yöntemle insanlara saldıran katiller. Tarifini türlü betimlemelerle yapabilecekken, Ayşe'nin ilk adımlarını anlatmak için, diğer çocukların katledilmesi sebebiyle içime ot tıkıldığından, "Çok şükür yürüyebiliyor; keşke diğerleri de bu kadar şanslı olabilseydi" diyerek de susturmuşlardı.
Beddua etmek istemem ama Allah umarım o bombaları tersine çevirir ve belki de daha empatik bir dünyamız olur. Büyük bir soykırımın yaşandığı ülkeler için, bayramlarının "alelade bir gün gibi" geçmesini diliyor; birbirlerini öldürmekten ilginç bir şekilde zevk alan diğer tüm "müslüman nüfusu çok olarak anılan" ülkelerin "müslümanlığından şüphe ederek", nasıl bir bayram geçirdiklerini veya geçireceklerini umursamıyor ve kutlamıyorum. Mutluluk ve huzur gerçekten de yanlış yerlerde... Allah herkese merhamet versin... Bayram geldiğinde alkollerinizle kutlayabiliyorsunuz mübarek ayın bitişini... Çok şükür hepimizin tuzu kuru sayın piçler...

#KillerIsrael

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Kendime iyilik yapmak için unutmayacağıma dair söz verdiğim her anıyı hatırlamak için gözlerimi kapatmam yeterliyken, gözlerimi kapattığımda dışarıdan nasıl görüneceğim kaygısının verdiği huzursuzlukla, ne kadar sağlıklı yaşayabilirim?

27 Temmuz 2014 Pazar

Göğü Delenler

Gökdelen


İnsanların üst üste gömülüp, üst üste yaşadığı günler... Dünyadaki yaşama alanları sabitken ve hatta karaları denizler yutarken, insanlar anladı ki, daha önce yoktan var olanların içi boşaldığında da yer kaplaması gerekiyor ve yaşayan sayısı ölmüş olanlardan az olacak. Ölenlere yer açmak için önce apartmanlar, sonra “gökyüzüne tecavüz edenler” diktiler. Sonra bunun da yetmeyeceğini fark edip, üst üste gömmeye başladılar. İnsanlık bir bu kadar daha yaşarsa nereye doğup, nerede ölecek ve “nereye sıçacaklar”!? Bu yüke dünya kıyameti koparır tabii...

"Emniyet Kemeri Hayat Kurtarır"


EGM bu bayramda, emniyet kemerlerinin hayat kurtarmadaki görevinde yüzde 60’a varan oranlar sunulduğunu bildirdi. Denemesi bedava tabii...

Gözlük Takmanın Getirdiği Zorluklar

gözlük
  • Merdivenlerden çıkarken, birkaç basamak yukarıda olan kişinin kim olduğunu görememe ya da kesememe...
  • Organik cam kullanılıyorsa, asla temizlenememesi; bulanıklığa neden olan alan kısım silinmeye çalışıldıkça, etrafa daha da bulaştırılması… 
  • Colormatik cam kullanılıyorsa, güneşli bir ortamdan çıkıp kapalı ortama girildiğinde, güneş gözlüğü takıldığının sanılması ve kıro olarak algılanma ihtimalinin yükselmesi…
  • Soğuk mekandan sıcak mekana geçiş yapıldığında, gözlükteki buharlanmanın geçmemesi ve gözlüksüzken de -göremeyecek derece miyopsa- yanından geçen arkadaşları tarafından görüp de selam vermemekle suçlanmak…
  • Çay doldururken, tüm buharın gözlüğe hücum etmesiyle, gözlüğü tamamen kaplaması sonucu çayı, bardağa isabet ettirememek…
  • Yemek tenceresi açıldığında, yarım çerçeve gözlüğün alt kısmını saran zımbırtının erimesiyle gözlük camının veya camlarının tencere içine düşmesi…
  • Yüksek dereceli miyop olan kişinin, kitap okurken, gözlüğü çıkarsa da mı okusa, gözlüklü mü okusa diye kararsız hale gelmesi… Çünkü organik camlı gözlükler, yakını gösterirken hipermetrop olduğunuzu hissettir ve o mesafe, gözlüklüyken yakını okutmaz; gözlüksüzken de uzak diye okutmaz.
  • Eğer gözlüğü koymak için belirli noktalar belirlenmemişse, gözlüğü zaten hiç net olmayan görüşle, bir daha bulamamak, hatta farkında olmadan ezmek...
  • Gözlüğe alıştıktan sonra, gözlük artık sadece görme duyusunu değil; beş duyuyu birden etkiler: gözlüksüz yemek yiyememe, konuşulanları duyamama gibi… Bir arkadaşınız gözlüğünüzü temizlerken bir şeyler söylediğinde, üç kere tekrarlatıp, en sonunda "Bir dakika... Gözlüksüz duyamıyorum." deyip gözlüğü takıp, söylenenleri algılayıp cevap vermenin, yapan kişi tarafından olağanlaşması; maruz kalan tarafından da yadırgaması...
  • Şehir ışıklarına bakıldığında dev havai fişekler görüp, gökyüzüne bakıldığında sonsuzluk hissine kapılarak panik atak geçirirmişçesine kalp atışlarının yükselmesi ve bu muhteşem manzarayı diğer insanların asla anlayamayacak olması yüzünden onlara acımak…(?!)
  • Yine şehrin ışıklarına bakıldığında, taa bilmem nerenin ara sokağında giden ambulans ya da polis aracının mavi ışıklarını dana kadar görmek ama gözlüklerini takınca o ışığı asla görememek :O Yani kimsenin asla anlayamayacağı bir görüş açısına sahip olup; hakkınızın yenmesi...
  • Yeni bir gözlük almak istendiğinde, gözlüğün yüze uygun olup olmadığını anlayamamak ve refakat edenlerin her şeye hep güzel demesi yüzünden hangisinin alınacağına sadece içgüdülerle karar verilebilmesi... Seçilen gözlüğe uygun camlar takıldığındaysa, her seferinde, hayal kırıklığına uğramak...
  • Yakışıklı ve uzun boylu bir erkekle asla göz göze gelip, cilveleşme ihtimalinin olması... Çünkü adamı görebilmek için kafa tamamen geri atılınca hiç de çekici bir an yaşanmaz; gözlüğün sınırlarını aştığı kısımdansa, sana bakıp bakmadığını ya da bakış şeklini göremediğin için bakışlarını kontrol edemeden, utangaç bir şekilde aşağı indirmek zorunda kalmak...(anasını satayım!)
  • Fotoğraf çektirirken, her seferinde gözlüğün asimetrik duruşu problem oluşturduğu için gözlüksüz fotoğraf çektirmeye çalışmak. Fakat burun üzerinde bıraktığı izlerin silinmesi hızlı gelişmediği için hangisinin daha kötü görüneceğinin muhasebesini hızlıca yapmamak ve kaderci olmak.
  • Vesikalık çektirirken, bakışlarla objektifi denk getirmeye çalışırken istemsizce kaşları çatmak veya kendince görüşünü daha bir netleştirdiğin açılarla bakmaya çalışmak ve fotoğrafçı şahsın, "Beni öldürmeyeceksin, değil mi?" sorusuna maruz kalmak. (:( Oha!) Halbuki o sırada sana kalsa dünyanın en anlamlı bakışını atıyorsundur. (Kara talih; kör baht)
  • Herkesle miyop, hipermetrop ve astigmat muhabbeti yapıp, hangisinin ne olduğunu açıklamak ve hangilerinin mensubu olduğunu söylemek. Empati kuramayan insanların, "Ben şimdi gözlüğünü taksam, senin gördüğün gibi mi görürüm?" gibi salakça sorularını yanıtlamak. 


25 Temmuz 2014 Cuma

Kızların İtici Oldukları Anlar

  • Karşılarındaki kişiyle ortak nokta bulduklarında, arka arkaya "çak" yaptıkları an.Örneğin, "Aaoo?! Sende mi o dersten geçtiinn? Çak!" gibi söz sarf edimleri sonrası, elin uzatılmasıyla, malum trajik eylemin gerçekleştirildiği an,
  • Sevindiklerinde fok balıkları gibi alkışlama eyleminde bulundukları an,
  • Arkadaşları için olumlu bir gelişme olduğunda (hoşlandığı kişiyle göz göze gelmiştir falan), birbirlerine sevişken bir şekilde sarılıp öpüştükleri ve dakikalarca öyle kaldıkları an,
  • Durduk yerde içlerine kötü bir his doğup ağladıkları ya da bir anda arkadaşlarına karşı yoğun duygu kıpraşımları hissedip "aooyy caınıımm" deyip birbirlerini öpmek istemeleri gibi duygu coşlaması yaşadıkları an,
  • Futbol maçları izlerken, tuttukları takımın dandik bir takım karşısında sürpriz olmayacak şekilde 4-0 önde olmasına rağmen, hala büyük bir coşkuyla sevinebildikleri an;
  • Temizlikle ilgili ahkam keserlerken, tuvalette herhangi bir yere (lavabo, kalorifer peteği, tuvalet kapı arkası askısı, tuvalet kapı kolu), eşyalarını rahatça koydukları an,
  • Tuvaletten çıkarken ellerini yıkamadıkları an,
  • Aşk acısı çektiklerinden ve ne kadar da mağdur olduklarından ağlak bir şekilde bahsettikleri an,
  • Sevgilileri varken de her kurdukları cümlede sevgililerinden bahsettikleri anlar sadece bazılarıdır.


Sinemada Tek Başına Film İzleyen Kız

Film izlerken sürekli ona dönerek yorum yapıp duranlardan ya da film zevki insanlara biraz acayip gelebilirken, sırf ayıp olmasın ya da sırf o öyle istedi diye "Tamam, ben de geleyim seninle sinemaya." diyip, sonra filmden hiçbir şey anlamayan ya da çok sıkılan bir insanın gerginliğini hissetmekten bıkıp, en iyisi ben tek başıma sinemaya gideyim diyen kızdır. İçinde bir nebze Charles Bukowski de taşır. Zira sinemaya biriyle gittiğinde, içinde her seferinde şu sözler yankılanır: "Sinema salonunda, etrafındaki çiftler kumrular gibi fısıldaşırken, elindeki patlamış mısır torbasıyla bir başına oturan yalnız adam olmayı arzulardım."

Orta yaşlı bir genç kızın 70 yaşında bir ayyaşla olan ortak noktaları onu zaman zaman korkutsa da, mutluluk onun için aksi bir insan olması ve kendini yalnız bıraktırmasıyla gerçekleşir.

Anne Şefkati

Yerba mate/ mate çayı ya da otunun Türkiye'de orijinal haliyle tezgahlarda yer almadığını öğrendikten sonra, "Nereden buluruz ki yahu?", diye kara kara düşünerek, keşke Arjantin'de ahbabımız olaydı yea, diye içimden geçirip, anneme "Anneaaa Arjantin'de tanıdığımız var mı?" diye sorduğumda, yüzümde bir mutluluk ifadesi görmek için "Evet" diye cevap verip, sonrasında da, "Maradona var"ı yapıştırarak, o ifadenin gidişini acımasızca ve büyük bir zevkle izleyen bir annenin evladıyım ben. Daha da kimse benden merhamet beklemesin!

24 Temmuz 2014 Perşembe

Yalnızlığı Özgürlük "Sanmak"?!

Cem Adrian'ın “Yalnızlar Diskosu”nda bir şarkısının sözünü "Yalnızlık, sadece zavallı bir özgürlük" şeklinde modifiye ederek söylemesi üzerine beni bir parça kızdırmış düşüncedir. Yalnız olmanın zavallılık olduğunu ya da avuntu gerektirecek bir durum olduğunu sanmıyorum. Hayatını yalnızca etrafında olanlar sayesinde daha çekilebilir hissedenler için yalnızlık, çekilmezdir ve avuntu cümleleri/kelimeleri gerektirir. Bu yüzden "yalnızlık", yanlış ellere emanet edilmemesi gereken şeydir. Zira bir insan, yanındaki insanlar ne kadar eğlenceli olursa olsun, ne kadar anlar görünümlü olursa olsun, yanlarındayken yalnız olmayı arzuluyorsa, asıl o zaman özgür değildir. Yanındakilerle insan olmak yerine, insan önce tek başına insan olmaya çalışmalı ki yanından birileri gittiği zaman bunalımlara girip, yalnızlığı mutsuzluk ve çaresizlikle bağdaştırmasın.
Sırf bir sevgilisi olabilsin diye kendisi olmaktan vazgeçen ergen zihniyetli biri “ayrılık yaşadığında”, "oh be özgürüm!" demesi, yeni bir insan bulana kadar kendini "özgür sanmak" olarak nitelendirilebilir tabii ki. İşte böyle insanlar yüzünden yalnızlık acınasıdır; kendini bir şeylere vurup ağlayıp sızlayan insan imajı çizdirir. Böyleleri umarım hiçbir zaman yalnız kalmazlar. Çünkü, "yalnız" yaşayan insanlar, hayatlarını yalnızlıklarını düşünerek ve her gün harap olarak geçirmez; kendilerine göre zevkleri ve uğraşıları vardır. 

İlişkilerde Yaş Farkı

Kast sistemi kadar geçişlere imkan vermeyen ve katı bir şekilde insanın yüzüne yüzüne çarpan; bokunu yemiş tavuk hissiyatı yaşatan durumdur. Yaşı büyük olan kişinin "Benjamin Button" misali bir hayat sürmesi istenir içten içe lakin olamayacağı da akıldan çıkmaz ve "Yok, yok olmaz!" denilip, bağra taş basmak suretiyle vazgeçilir. Daha da denecekler vardır bu konuda ama ablamız ağzımıza sıçar diye susma yoluna gidilip, içe çekilir anasını satayım! Keşke herkeşler aynı gün doğaymış, iyi olurmuş. Amin!

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Another Earth


“Başka bir dünya”dan gelmiş olduğu kesin olan bir film. Bilim kurgulayıp, hayat sorgulatılır mı ama bea böyle?!
Bu kadar inanılamazlığı bir araya getirip, insanı bulunduğu “dünya”dan bir buçuk saatliğine tamamen koparabilir özelliğe sahip mükemmel bir film. Testereyi bile bir kadın çığlığıymışçasına ağlatabilmişlerse, insana ne derece işleyebilirler… Bir de filmi izledikten bir ay sonra, Dünya’nın neredeyse aynı özelliklerini taşıyan Kepler-22b gezegeninin bulunduğu haberini, filmde diğer dünyayı kendi dünyalarında görme anlarındaki tüyleri diken diken edici sahneye benzer şekilde öğrendiyseniz...

Bir başka, “Alnımıza ne yazılmışsa, owwhh… ” filmidir benim için bir nevi ama olmayabilir de… 

Dedenin Ölmesi

Aksiliğiyle kimseyi yanına yaklaştırmayan, aslında ne kadar sevgi dolu olduğunu yalnızca bir kişiye söylediği güzel sözlerle herkesi şaşırtarak gösteren adam…
Aksiliği yüzünden oksijen tüpüne bağlıyken bile sigara içen adam…
Sırf aksiliği yüzünden yine yoğun bakıma alınan adam…
Bir hafta yoğun bakımda kaldığı için yüzünü göremediğim adam…
Yüzünde sonsuza kadar bir tebessümün kaldığı söylenen adam...Hep somurtmasına ve hep sinirli olmasına rağmen...
Sonra evinin kapısına bir tabutla gelen adam...

Bremen Mızıkacıları’nı kahkahayla anlatırkenki halini ve ben 5-6 yaşlarındayken evimize her gelişinde enteresan şekerler getirdiği için görmenin daha da tatlandığı anları ve daha birçoğunu bozuk plak gibi kafamın içinde tekrarlatan olay. Bir tek beni seven ve hayatımda sadece birinin beni gerçekten sevdiğini hissettiren adam; tabutu kapının önünde duran ve herkesin beni o oradayken teselli etmek için çıkardığı teneke seslerinden farkı olmayan sesler… "Bir tek seni severdi. Ağlamana üzülürdü, üzülme" diyenlere içimden içtenlikle "Evet, bir tek beni seviyordu." derken bundan emindim. Çünkü bir gün bile bundan şüphe duymama sebep olmamıştı ve şüphe edeceğim zamanlar artık sona ermişti.

Her gün bir anda karşıma çıksın diye dua etmeme, hep rüyalarımda görmeme ve gömülürken sadece mezarına bakıp ağlamama sebep veren dünyanın en çaresiz anı.

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Bolivya'da barınamayan Mcdonalds

http://www.undergroundhealth.com/mcdonalds-closing-all-restaurants-in-bolivia-as-nation-rejects-fast-food/
Kimsenin beğenemediği Bolivya kadar irade sahibi bir ülke olamıyoruz, değerlerimize veya inandıklarımıza "inanarak" sahip çıkarak. "Hamburgerin güzel abi ama bizim yemeklerimiz daha şukela; bir tas çorba içerim de midem yumuşar en azından." diyerek masalarını terk etmemiş bir millet. Üstelik Facebook'ta ve Twitter'da randevulaşmadan.
Mavi Marmara'dan sonra bile İsrail ürünlerine boykot uygulayamamış bir bünyedeyken, şimdi Starbucks'a Burger King'e gitmemeniz ne kadar sürer ve samimidir bilemiyorum. Birkaç ısrar sonrası yine arkadaşınızı kıramayıp gider; Starfucks bardaklarınızı tagler koyarsınız. Olmamış şey değil; onlar yaptı, ben de gördüm ve görüyorum. 
Daha adını bile bilmediğim ve hızına yetişemediğim AVM'lere İstanbul'un bir ucundan bir ucuna, sırf oraya gittim demiş olmak için üşenmeden gittiğiniz yerler de aynı zihniyet ve faaliyet sonucu oluşturuldu. Gözden uzak dağın başına binalar yığıldıktan sonra yollardan geçilince, "Buralar da MODERNLEŞTİ hah!" denir. Kendi çabanızla görmeye çalışmadan, sadece gözünüzün önüne gelenle burun buruna gelince fark etmek bir uyanış mıdır? Daha önce oralarda taglendiğiniz fotoğrafların arka planına Taksim'i koyup tekrar taglediniz; gülümsemeniz, kafanızı çevirdiğiniz yön bile aynıydı ve gözleriniz diyordu ki: "Güzel çek AGA! FEYSE koycam!" ve öyle de oldu.
Forum İstanbul'a gidip "tutsak hayvanları" izleyip, "mükemmeldi yaa! nasıl gitmezsin!?!" diye beni kınayan millet, şimdi AVM'nin içindeyken AVM'ye gitmeyeceğiz diyorken, o zaman ben bavulumu toplayayım da bsgideyim diyorum daha ağzından çıkanı duymayan insanlara benim ağzımdan çıkanları anlatabilmenin imkansızlığını fark ederek ve çaresizliğini hissederek.
"Şimdiye kadar uyumuşuz ama şimdi uyandık işte." deniyor da, sanırsam hala bir rüya içinde bulunuluyor ki, eleştirilen şeylerin içinde olmaya devam ederek konuşuluyor. Bu yüzden ayıldık ya da uyandık deyince kimse "Günaydın!" diyemedi; çünkü aslında "Gün size aymamış kuzum!" "Hayat bir illüzyon" derlerdi de felsefenin de böylesi hah, pöf derdim. İşte tas, tarak, McDonalds...

Dönüm Gününüz Kutlu Olsun

Bir şeylerin tarihlerini aklımda tutmak ne kazandırabilir ki? Belki, bir şeylerin üzerinden ne kadar zaman geçitiğini hesaplamaya yarayabilir tabii. Ama bir gün bir bakacağım ki bir şeylerin üzerinden 40 yıl geçmiş... İnsanı yaşlandıran/ yaşlı hissettiren asıl şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Zamanları hatırlamak, üzerinden ne kadar süre geçtiğini hesaplamak, bu bilinci getiriyor gibi geliyor. Çünkü, yakın bir zamanda olmuş gibi hatırladığım şeylerin, mesela lisede olduğunu hatırlamasam, kendimi hala 17 yaşıma yakın bir zamanda gibi hissederim. Fakat bir matematik hesabı yardımıyla, o gün üzerinden geçen 7 sene yüzüme çarpılır. Ve 7 sene denen şey, yeni doğan bir çocuğun konuşmayı öğrenmesi, emeklemeyi, koşmayı, zıplamayı, yemek yemeyi, altına yapmamayı, okumayı ve yazmayı öğrenmesi demektir. Yani bu, bir insanın insan haline gelmesi için yeterli bir süredir. Düşününce bile buruşmama yetecek bir süre... 
Bir de seneleri sayarken, her şeyin hafta, ay, yıl dönümünü kutlarken, evliliğin üzerinden geçmiş bir 40 sene olduğunda ya da kaç senedir evli olduğunuz sorulduğunda ya da kaç senedir evli olduğunuz sorulduğunda gururla 40 ya da ne bileyim... bunun gibi insan hayatı için devasa bir sayı söylendiğinde, bunun daha kaç sene sürebileceği düşüncesi ağır basmaz mı? yani, beni bu dünyada en çok üzen şeydir çok yaşlandıktan sonra, ömrün yarısından daha fazla süredir yanında olan birinden ayrılmak fikri. Alıştıktan sonra yalnız kalma hissi en buruk şey gibi. Yakınmaya hakkının kalmayacağı kadar fazla yer kapladığın için bu dünyada, o kişinin seni bırakmasına üzülmeye hakkın yok gibi hissedersin sanki biraz. Bu dünyada hiçbir şey için "keşke" deme hakkına sahip olmadan, mahçup ve başka hiçbir hakka da sahip olmadan, yalnız bir şekilde ölmeyi bekletir sanki bu his, ömrünün çoğunda bir şeylere uzun süre sahip kaldığın için. Ama asıl kötü olan, birlikte geçen uzun zaman sonunda alıştıklarından uzak kalmak mı, yoksa fazla alışmadan, bir an önce terk etmek ya da terkedilmek mi?   
Eğer, yaşlandığımız açık bir gerçekse, yaşadıklarımızın verdiği yaşlılık hissini yaşamak sanki daha akıllıcadır, kuru matematik hesapları yapmaktan.  Ama hayatta akıllıca şeylerin olduğunu pek sanmıyorum. Alışmamak lazım.

18 Temmuz 2014 Cuma

Metrobüs merdivenindeki teyze... Sana para vermeme nedenim, bana, "Allah sevdiğine bağışlasın." diye dua etmendi... halbuki "Önce Allah sana sevme yeteneği bağışlasın, sonra da sevdiğine bağışlasın" deseydin köşe olabilirdin...

Burhaniye Durağı

Sırf "Den brysomme mannen"in anısını yaşatmak için bir gün metrobüsün Burhaniye durağında inmeyi düşünüyorum:) Ne garip bir duraktır o ya... Tamamen terk edilmiş, kimsenin inip, binmediği, yalnız bir durak oturağının oturduğu bir durak... Artık renklerin ve tatların kalmadığı bir dünyada olduğumu hatırlatıp, içimi burkuyor kendileri... 
"Her zaman iyi olmasına gerek yok. Ama ara sıra da güzel olsun be." İşte aynen bunun gibi bir şey...

Pazartesi de sizi sevmiyor aslında!

Pazartesi de sizi sevmiyor aslında! Her hafta sizin oflayıp puflayıp, çapaklı gözlerinizle, dağınık saçlarınızla, yatağınızdan kaldıramayacağınız kadar ağır kıçınızla kendisine katılmanıza dayanamıyordur eminim.
Haftanın diğer günlerini de eğlencesiz yaşayın ya da hafta sonu tatilinizde sanki bir daha hayatın rutinine dönmeyecekmişsiniz gibi yaşamayı bırakın! Emin olun, pazartesi hakkındaki düşünceleriniz değişecektir.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliği düşünmelerini sağlayabilecekleri ama asla kullanmadıkları beyinleri değil; nankörlükleridir. Her şeyden, her zaman diliminden ve herkesten sürekli bir şeyler beklemek… ve üstelik, aslında bunların hiçbiri olanlara güzel vaatlerde bulunmamışken beklemek! Kendi kıçtan uydurmaları ve ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için sokağın ortasında taşladıkları her şeyden nefret etmeleri… Onlar da sizden nefret ediyor ama ne yazık ki facebook hesapları yok! Umarım pazartesi günleri bir gün sizden işittiği laflara çok içerleyerek beslenir ve sizden güzel bir intikam alır… Bakarsınız kıyamet bir gün pazartesi kopar! Yaşadığınızı sandığınız küçük kıyametler o zaman cennet gibi gelir!
“Burnumuz boktan çıkmasın ki, aslında bok gibi yaşamadığımızı anlayabilelim!”
"Sevgililerinizle birlikte edindiğiniz yeni dünya görüşleriniz hayırlı olsun; güle güle sıçın ortalığa..." demek istemişimdir ben her zaman, Facefuk'ta paylaşılan fikir beyanlarına karşılık olaraktan, "mandiğh olarak"!

Haberler... Haberler...

"Öz kızını döve döve öldürdü
Videoyu izlemek için tıklayın..."

Gerçekten kimse rahatsız olmuyor mu bunlardan? Porno içerikli ve aşırı derecede rahatsız edici görüntülerle/"haberlerle" karşılaşma korkumdan ötürü gündemi takip etmeyerek, "dünyadan habersiz, duyarsız genç olmayı" tercih ediyorum! Kimse "ama hayatın gerçeği bunlar." demesin... Her şeyin kayıt altına alınmasının nedeni, o görüntüleri insanlara izletip "dur bi bakayım nasıl ölmüş?" soğukkanlılığına büründürmek sanırım. Medya yayınlıyor... insanlar arzu ettikçe yayınlarını artırıyor, yayınlandıkça arzu ediliyor hastalıklı bir şekilde!!! O kayıtlar polis izlesin diye; beynimize tecavüz edilsin diye değil diye ümit ediyorum! Kimsenin dayak yemesini, arabanın ona nasıl çarptığını, kurşunu yediği anda cansız bir şekilde yere nasıl düştüğünü ya da bir yakınlarını kaybettiklerinde tüm hayatları tamamen paramparça olmuş şekilde nasıl ağladıklarını tekrar tekrar izlemek istemiyorum! Bunlar karşısında gözünü merakla ekrana dikip izleyebilenler ise hastadır, hastalıklıdır!

"Vücut geliştirmek bir mastürbasyondur."

Sanki şimdi işemeye gitmiyormuş gibi kalktığında, gittiğin yöne doğru bakınca anlamıyoruz vücudunda daha fazla tutamayacak kadar sıvının idrar torbanda depolandığını. Bildiğin daha fazla dayanamayıp bacaklarını kıçına vurdura vurdura koşup işemek istiyorsun içten içe en insani istekle. E niyedir o zaman sanki "güzel kızlar işemez" kuralını motto olarak benimsemişçesine karizmatik yürüme çabası. Biliyoruz ki dayanamıyorsun ve daha da kasıyor, kasılıyorsun yürürken. Vücut geliştirenlerin bir nevi kendi kendini tatmini olan soyunma kalkışı ve sigara içme kalkışına bir de işemeye giderken bile karizmatiğim yürüyüşü eklenir ki, bana her daim eğlence çıksın; zihnim her daim canlı kalsın ve performansım artsın:) Teşekkür ediyorum derilerinin altına tavuk ve yumurta doldurup şişenlere, her daim izlenmeleri zevkli ve her daim rengarenk balonlar oldukları için:)

Tel Aviv Vs Gazze Muhabiri

Tüm dünyanın izlediği kanallarda, iki muhabirin aynı zaman diliminde ve farklı şehirlerde giydiklerinin görüntüleri, aslında nasıl bir durumun yaşandığını apaçık yansıtmasına rağmen, her olay sonrasındaki yorumu dikkatle dinlenen ve düşünceleri kendi düşünceleriymiş gibi özümsenen yorumcuların sessiz kalarak, ölümün ve savaşın bazı yerlerde ne kadar da normalleştiği ve kayıtsız kalındığı durumuna dikkat çekmek ve insanları "farkında olmaya" davet etmek işini, artık sadece komedyenlere bıraktıkları bir habercilik (uydurdum) ortamı oluşturduklarında, onlarla birlikte soğukkanlılığını bozmamış olan herkes, bir markanın çakmasıyla gerçeğini bile ayırt edebilecek yetkinlikteyken, iki fotoğraf arasındaki farkı "anlayamıyor olmak"tan "utanç duyuyor olmalı"ydı. 

Akşam haberlerinde, "Tel Aviv'den ilk ölüm haberi geldi." başlığı altında bir dizi cümleyle açıklama yapıp, en sona da "Filistin'deyse, ölü sayısı 200'ü geçti." sözlerini iliştirip, yeni moda "yorumlu haber" anlayışına rağmen, ilave birkaç sözcüğe bile ihtiyaç duymadan kestirip atmaktansa, haberleri eski usul, ruhsuzca okuyarak içimize ot tıkıp, en sonunda da mahkeme duvarı surat ve duygu geçirmez tonlamayla, "Esen kalın." deseler, en azından, insanların muhatap bile alınmadığını; zaten insan yerine hiç konmamış olduğumuzu bilerek, insanlığımızdan utanmamış olurduk belki de...
Komedyen dediğim de Jon Stewart'tır.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Otobüste nikah uygulaması

Her sabah beni bir sürü herifle temas ettiren iett, otobüs kaptanlarına da nikah kıyma yetkisi ver de namusum temizlensin! Kan çıkarıcam huleyn!
Otobüste "Sarhoşken pişkin, ayıkken pişman" dinleyip, "Sen onun cebinde, o benim elimde, ben senin üstünde, o benim altımda... mümkün olmaz!" kısmına gelince birden herkesin birbiriyle olan temasını fark edip, mevcut duruma uygunluğunu fark edince kendi kendime bir nebze sesli gülüp ufak çaplı kopmuşken, acayip bakışlarıyla karşılaştıklarım... Her sabah halk tipi soft orgyler yaşan çarpık insanlarsınız! Ben sizi dışlıyo muyum lan!:)

Word vs Facebook

Word’ün boka yaptığı sansüre de biri dur demeli. Bokun bir sözlük anlamı yok mu? Bunu niye tanımıyor bu program. Kendisi de yabancı bir kelime ama yazım yanlışı yapıldı diye uyarmıyor, diğer yabancı kelimeler yazıldığında olduğu gibi. Önemli olan kendine de aynı nesnel tavırda yaklaşmaktır ey Microsoft! Sanırım insanlar sana bok atıp durmakta haklı; sende gerçekten de mantık yok, ne istersen kafana göre yapıyorsun! Benim ahlaki değerlerimi sorgulamak sana mı kalmış? Kaldı ki “bok”un sözlük anlamı da “dışkı”, benim literatürümde de “sıçmık”tır! Söyle bana senin anlamın ne ki, ben senin adını yazdığımda otomatik olarak büyütüyorsun; yüceltiyorsun kendini! Adam olmuşsun ama tevazuyu sindirememişsin bünyende Bill Gates amca! Facebook hem kendini hem de seni tanımıyor ve altını kırmızı çizgilerle çiziyor. İşte bu yüzden artık Word'e değil de Facebook'a yazıyorum...

Pazartesi de sizi sevmiyor aslında!

Pazartesi de sizi sevmiyor aslında! Her hafta sizin oflayıp puflayıp, çapaklı gözlerinizle, dağınık saçlarınızla, yatağınızdan kaldıramayacağınız kadar ağır kıçınızla kendisine katılmanıza dayanamıyordur eminim.
Haftanın diğer günlerini de eğlencesiz yaşayın ya da hafta sonu tatilinizde sanki bir daha hayatın rutinine dönmeyecekmişsiniz gibi yaşamayı bırakın! Emin olun, pazartesi hakkındaki düşünceleriniz değişecektir.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliği düşünmelerini sağlayabilecekleri ama asla kullanmadıkları beyinleri değil; nankörlükleridir. Her şeyden, her zaman diliminden ve herkesten sürekli bir şeyler beklemek… ve üstelik, aslında bunların hiçbiri olanlara güzel vaatlerde bulunmamışken beklemek! Kendi kıçtan uydurmaları ve ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için sokağın ortasında taşladıkları her şeyden nefret etmeleri… Onlar da sizden nefret ediyor ama ne yazık ki facebook hesapları yok! Umarım pazartesi günleri bir gün sizden işittiği laflara çok içerleyerek beslenir ve sizden güzel bir intikam alır… Bakarsınız kıyamet bir gün pazartesi kopar! Yaşadığınızı sandığınız küçük kıyametler o zaman cennet gibi gelir!
“Burnumuz boktan çıkmasın ki, aslında bok gibi yaşamadığımızı anlayabilelim!”
Yemek yerken, bardak, çatal, bıçakla çıkarılan kibar seslerin yanında duyulası şarkıları tok karnına ya da yemek yemezken dinlemek, sanki serin bir yaz akşamında hafif ürperten bir soğukta oturuyormuşum hissi veriyor bana... Fransız şarkıları ve özünde yavaş ama bumçaka bumçaklı şarkılar, lüks görünmeye çalışan bir restoranda çatal-bıçak kullanmayı bilmeyen, fakat, kimseye çaktırmamaya çalışan varoş ama zengin görünmeye çalışan insanların olduğu zevksiz ve estetikten yoksun; hantal masa ve sandalyelerin olduğu bir açık hava restoranında hissettiriyor. Lütfen organizasyonlarınız için böyle yerler seçip, insanları oralara gitme mecburiyetinde bırakıp, ruhlarına böyle tecavüz etmeyin! Ya da bu, sadece benim koşullanmam... Açık havada duyulan çatal bıçak sesleriyle, bu şarkıları iç içe benimsedim sanırım, Pavlov'un köpeği misali... Ama belki de insanlar bu şarkıları normal zamanlarında bile beğenerek dinlerken, böyle lüks görünmeye çalışan ama aslında vasat bir restoranda oturduğunda kendini statü atlamış gibi huzurlu hissettiğinden beğeniyorlardır! "Külkedilerinin mutluluğu" diyorum işte ben bu şarkılara!

Google "Bunu mu demek istediniz?" diyerek baskı altına aldığında, içe dönüp onu mu demek istediğini sorgulamak...

Sevgili Google, 
Sana bir "a" deyince, on yüz milyon şey döküyorsun önüme. Bir şeye de tahminler sunup, "bildim mi bildim mi?" zekiliği yapma ama be! Başlarda bu kadar ukala tavırlar içine girmiyordun halbuki... Demek para ve ün ha?! Hayatta bilemediğin şeyler de vardır belki... Ya da belki anlamsız bir şey aratacağım... Beni anladığını belli etmen için cümlelerimi tamamlamana gerek yok. Ben böyle şeyleri romantik bulmam Google! Seni kendisi için yaratılmış ya da elmanın diğer yarısı olarak değerlendirebilecek milyonlarca ayran gönüllü olabilir belki ama... bana böyle klişelerle yaklaşma lütfen... Böyle basit etkilemeye çalışma politikaların yüzünden senden soğumaya başlıyorum. Sana bir şeyler yazmama izin ver. Ben uzun uzun yazmayı seviyorum; bırak da bir kere de lafımı bitireyim.

Adabazar, Adabazar!!!

Esenlikler dileyen bir otobüs şirketiyle bir yere gidince ne de esenlik doluyor insan! 
Velhasılkelam sorun şehirlerde değilmiş harbiden de Hande Yener'in de dediği gibi. Ama... şehir otobüsü diye midibüsten bozma taşıtlara ziplenmiş çaresiz suratların görüldüğü bir şehirde, insanın suratına şlak diye bir tebessüm patlıyormuş hafiften acıtan bir tokat gibi. 
Ya da trafik ışıklarının garip çalıştığı ya da hiç olmadığı bir yerde karşıdan karşıya geçmenin ya da yolda geçiş üstünlüğünün kime kalacağının doğaçlaması da insanın içinde garip bir duygu coşlamasına neden oluyormuş. İyi mi yoksa kötü mü diye karar veremediğim bir ruh haliyle "dudaklarım uçuklaya uçuklaya", tanımlanamaz bir mutlusuzluk yaşıyorum.
Geceleri kurt adama dönüşebildiğim bir şehir, kendimi daha bir yadırganmaz hissettirdi sanki… Rahatça dönüşebiliyorsun falan, kendini zincirlemene gerek kalmadan… "Uyandığında, ağzın kanlar içinde aynaya bakıyorsun" ve gece dışarı çıkıp kimi paramparça ettiğini hatırlamıyorsun… Güzel bir sorumsuzlukmuş efenim bunlar… Kendin gibi hissedebiliyorsun sanki hafiften… Peki ya kendin gibi anlaşılabiliyor musundur? Tabii ki cırt...
Bazen "yabancı bir şeyler" duymak insanın kalbini kırabiliyormuş. O zaman kafanda yankılanan "Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?" mottosundan sıyrılmaya çalışıyorsun… Yine suratına iniyor anasını satayım, zira durdurulamıyor kendisi!
Gidebildiğim her yere gidip toplu taşıma araçlarını ve trafik akışlarını bir müddet izleyip, sonra bir yere gidip sadece uyuyup, sonra yine başka bir yerde tekrar aynı şeyleri yapmak istiyorum… Sorun belki şehirlerde değil lakin… insan adapte olana kadar kendi olmaktan vazgeçebiliyor sanki bir süre… Sürekli gidersek, ne sorunlu bir şehir ne de sorunlu bir insan kalır gibi. Sadece bir yerlere alışmamak lazım…

Aklım takılmış yine bir gün balıklara...

Ölmüşlerdi fakat, iyi bir amaç uğruna… Tebessümlü ve huzur dolu bir ifade vardı suratlarında. “Balıklarımızı öldürmeden önce her türlü memnuniyeti sağlıyoruz onlara, hiçbir vicdan sızısı duymadan tüketebilirsiniz!” mesajını daha önce böylesine yansıtabilen bir firma görmemiştim. Peki ya koskoca bir deniz içine bıraktıkları onlarca yumurtayı tekrar bulabilecek kadar anaç ve babaç ebeveynlerin hayatlarını, bir insanın midesinde tokluk hissini yaşatamayacaklarına rağmen ellerinden almak ve tüm akışkan deniz trafiğine rağmen, anne ve babasının peşini bırakmadan takip eden yavrıcıkların mutlu ve bir bütünlük halinde yaşama haklarını ellerinden almak ne kadar vicdanidir! “Seninki kaç santim?” bilemiyorum ama, bunu yapanlar hakkında bazı şüphelerim var!:S
Balıkların "alien"larıyız resmen! Her gece birkaçını aralarından alarak içini açıp, tüm iç organlarını çıkarıp, sonra onları yiyoruz ve kalan kısımlarını bir diğer alien türü olan kedilere verip, bu dünyaya ait hiçbir parçalarını bırakmıyoruz ya da amaçsızca hapsediyoruz!
İnsan iradesi altında yaşayan hiçbir balığı mutlu bir ifadeyle görmemiştim mesela.
Dudakları, hayatın zorlu şartları yüzünden yer çekimine karşı koyamadan; mutsuz bir ifadeyle son buluyor hayatları. Ellerimde tuttuğum birkaç ölü balığın yüzündeki o yorgun ifadeyle karşı karşıya kalmak… ve “boşuna ölmedin be balık… bana türlü faydalar getireceksin.” demek bir diğerinin kılçıkları boğazımda düğümlenirken, öylesine zor ki… Ama türümüz bile aynı değilken, niye bir teselli olsun ki benim ve onun için, bana yapacağı iyilik:S Her neyse işteah… Mor ve Ötesi beni görmüş ve şunları demiş sanırsam: “Dün sabah seni gördüm. Aklın takılmış yine balıklaraa…” Yolda gördüğüm afişli bir kamyon ruhuma böyle çarptı işte bugün. Aklım ara ara takılıyor böyleah… "balıklaraa..."
Küçük bir fanus içinde konuşabileceği veya empati bile kurabileceği kimse yokken, sürekli aynı yerde durmadan dört dönmeleri ve ellerine bir tespih almalarına bile müsaade edilmeden; başka bir aktivite olmaksızın ve yargılanmadan hapse mahkum edildikleri; bir nevi koğuş hayatı yaşıyorlarken, onlara beş dakika bile bakmak, onların depresyonunu yaşatıyor insana ve kimilerine de huzur veriyor bu inanılamaz bir şekilde!
O bu değil de şimdi bir hamsi olaydı iyiydi mesela… Doymam için bir sülale yeterli. Eğer aileden kimse geride kalmazsa, bu pek de insafsızlık sayılmaz gibi sanki ha? Ama ton balığının bırak sülalesini, bir tek kendisini bile tek başıma bitiremeyecek olmam! Aman Allah'ım! Gerçekten yaşanamaz bir halde bu dünya!

Sırılsıklam Aşık Mı Olunurr?!!

Nemli havanın daha da bir iğrenç şekilde ortaya çıkardığı sahte parfüm kokularıyla, yapış yapış ellerine rağmen el ele tutuşan parlak suratlı, yağlı saçlı ve en güzel kıyafetlerini giymeye çalışmış ama üstlerinde eğreti duran sevgililer yüzünden sevmekten vazgeçtim aslında ben sanırım... Şanslıyım ki, kulağıma duymak isteyeceğim şarkıları en mükemmel seslerle fısıldayıp, beni sıcaklarda daha fazla bunaltacak bir temasta bulunmayan müzik çalarımla yürüyebiliyorum sokaklarda. Ben bu insan milletine kimi zaman çok üzülüyorum... Hele ki kız arkadaşı beline sarılarak yürüyen tişörtü sırılsıklam olmuş adamın yüzündeki o hayatından memnunmuş gibi görünme ifadesindeki acı görüntü... Adam bile kendi terine değilmesinden tiksinti duyan bir ifade içindeyken, asıl tiksinilecek ve hayattan tiksindiren şey, sevgilisinin terinden iğrenmeyen o berbat çakma parfümlü paçoz iğrenç kızdır!!!

"Sinema salonunda, etrafındaki çiftler kumrular gibi fısıldaşırken, elindeki patlamış mısır torbasıyla bir başına oturan yalnız adam olmayı arzulardım." (Charles Bukowski)
İşte bu da bunun sokak versiyonu... Eğer onlar gibi olsaydım bu söz içimde büyük bir gürültüye sebep olurdu...:)

Tuvalet Sırası

Kendimi önemli hissettiren tek şey, tuvaletteyken beni sabırsızlıkla bekleyen insanların var olduğunu bilmektir. Onun dışında bir durum için beklendiğimi ya da benden yana bir beklenti içine girildiğini düşünmüyorum. Ama hayatta kalmak için yeterli bir neden herhalde ki yaşıyorum; hayattayım…
"Sabun kendini kurutur, cildi nasıl kurutmasın?" diye, duyunca düşündürten, düşündürünce haklı buldurtan, dünyanın en mantıksal reklam cingılını yapmışsın ya, ağzın bal yesin senin Dove! Kademeli olarak sözler ilerledikçe "haaa... aa valla dimi lan?!" dedirtiyor insana. Başköşe cingılımsın! O sabun da kurumuş kalmış böyle... delillerle gelmiş adamlar, ne diyek!
Ramazan bana tarihin hakikaten de tekerrurden ibaret oldugunu hatirlatir. Her sene tvde ne yersek daha cok tok tutar, neler orucu bozar; neler bozmaz, nelere zam geldi, pastirmalar cok pahali ve yemesek olecegiz hastalikli amca ve teyze roportajlari hic degismiyor. Hic bir evrimlesme ya da onune katip da daha ust bir konu bulunamadi. "Ramazanla ilgili son bir guncelleme henuz olmadigi icin gecen seneki kurallar gecerlidir." gibi bir mesaj falan yayinlanmadi. Gecen sene ogrendiklerini unutuyor mu insanlar ya da acaba bir kere daha sorsalar bir oluru olur diye mi dusunuyorlar "Hic mi yok?" mantigiyla. Bir de sanki hergun opusup, sevisen bir milletmis gibi en fazla merak edilen konunun bu tur faaliyetler sonucu orucun bozulup bozulmayacagi da ilginc bir konudur. Her zamanki sap hayatina devam etse bir sey olmaz aslinda ama ya sans yuze gulerse ihtimali!!! Turk milleti temkinlidir! Valla pastirma yiyemiycez bu sene... Yeme zaten bu sicakta kokulu kokulu. Hic uzulemiycem otobuse binince sogan kokan ve koltugun dortte ucunu kaplayan teyze!!
Yazın beyaz giymenin siyah giymekten bir farkı olduğuna inanabilmem için beyaz giydiğimde terlemeyip; siyah giydiğimde terlemem gerekir. Çok fazla terleyen insan olmamama rağmen, ikisiyle de terleyip, sıcaklar basan bir insansam, yazın siyah giymeme şiddetle karşı çıkmaktaki espri nedir?!
Pekiyi... ya bir rengi giyince hiç terlemeyecek olsaydık? Mesela pembe...
Ruhumu, zulümlerinin bedelini ödetmek için ağzından dişleri alınmış ve mahçup bir ifadeyle ağzını kapatarak dolaşan üzgün köpek balığı kafası kasalı A7 üreterek ruhunu satmış Audi gibi satmazdım ben ama yine de:(

Rüya-Simon Pegg Version

Sancılı, ağrılı, hastalıklı rüyalar ve günler sonrasında, Simon Pegg'in düşük bütçeli ve kostüm kaygısız Dracula film çekimi öncesinde evine ziyarette bulunma konulu bir rüya görmüş olmam, psikolojik dengemin ve fiziksel sağlığımın yerine geldiğini gösteriyor sonunda sanırım. Sonunda yüzüm güldü bu sabah!!!
Evinin darmadağın çatı katından, kırık dökük eski bir tabutumsu sandığın içine vuran güneşe aldırmadan; solgun ve kana aç vampir makyajına ve dişlere ihtiyaç duymadan, Dracula'nın her gün uyanacağı yeri hazırlamış olması ve bana çılgınca ortalıkta koşturarak her şeyi anlatması, bir vampirin yaşaması için elverişli koşulların eksikliğiyle beni mantık bıkbıklamalarına gark etse de... "Zekam ve olayları işleyiş şeklim o mantıkları aratmaz bea Şeyda, bunlar zaten şimdiye kadar hep yapıldı. Belki de artık değişik bir açıdan Dracula lazımdır insanlara... Dont vövreeeyy!" dedi ve daha fazla sorgulamadan susup, hak verdim. Gerçekten de adamın zekası, işlenişe her zaman aynı zevki vermese de, hangi fikri ya da seçtikleri ilgi çekici değildi ki şimdiye kadar?
Javier Bardem karşımda dururken, nereli olduğunu sormak yerine, "İnternetten bakarım ya.. Neyseah, şimdi yanına gidip de nereli olduğu mu sorulur, poff!!!" deyip arkamı döndüğüm "bıkbık"lı rüyalardan sonra bunu görmemin üzerine fark ettim ki, aklına güvendiğin adama düşünme işini rahatça teslim edebiliyormuşsun. Böylece kafa da rahat ediyormuş mu ne?
Bir iyileşme sinyali olarak rüyada Simon Pegg görmek, aslında göründüğü kadar anormal değil:(

Ezan Zamanlaması Bir Harika Dostum

Apartmanımızda oturan iki çocuklu bir ailenin er kişisinin, bir süre evvel, gece vakti ağlayarak bir kadını arayıp, balkonda "elimde silah var. Seni görmeme izin ver. Kendimi öldüreceğim. Karımdan ayrıldım." vb şeyler deyip, fon müziği olarak da "Oy Asiye Aaasiyeee... tütün koydum bir şeye" şarkısını seçip, bağırmaları eşliğinde, evde adamın konuşmaları naklen dinlenmeye başlanmıştır. 2 saatin sonunda kadını eve gelmeye ikna etmiştir. Kadın eve geldikten sonra da çeşitli zırıldamalar, kendini balkondan atmaya çalışmalar, karımdan ayrıldım ama o benim çocuklarımın anası; yeri ayrıdır demeler, gel bu evi senin üstüne yaptırayım, beni kimse anlamıyor temalı türlü konuşmalar devam etmiştir. Kadın evden gitmeye çalıştıkça, adam türlü şebeklikler yaparak kadını durdurmuştur. Bu süre içinde kadın gidebilmek için karta yakın sesiyle "Çocuklarımı uyuttum geldim (hö?), yanlarında erkek arkadaşım var(hö?). Eve gitmem lazım. Bırak da gideyim artık." gibi cümleler kurmuştur. Bu süre boyunca kulaklık takıp son ses müzik dinlemeye, dizi izlemeye çalışsam da nafile olmaktadır. Sürekli bir takırdı, sürekli bir bağırış çağırış hakimdir. Zira, insanların yaşadıkları çok da umurunda olup, hemen kulak kabartan biri değilimdir. Gel zaman git zaman...(Vay anasını! Büyüdüm de kurduğum cümlelere baaakk!!!) totalde 1.5 saati bulunmuştur bu konuşmalar. Gürültüler kulaklığımdan gelen sesleri bile aşmaktadır ve iyice sabrım taşarak "Ehhh sıçıcam artık hah!" modunda tekrar balkona yöneldiğimdeyse, duyduğum sesler karşısında önce "İçim mi fesat?" diye kalakaldıktan sonra, söz konusu sesler daha bir anlam kazanmaya başladı. "Bir tek ben mi duyuyorum bunları? Ohaaa kadın bildiğin bağırıyo! Lannnn sokak inlediii!" diye kalakalıp, etrafa bakmaya başladım. Fakat, saatin geçliğinden mütevellit, kimse duyup da pencereye ya da balkona çıkmadı. "Meğersem, üst katımızda oturan amca da Rocco performansına yakın, “legendary”miş. Sevişirken 'ooooyy' diye mi bağırılır teyze puhahaha..." diye kendi kendime bir yandan yarılıp, bir yandan şok içinde, bir yandan tiksintiyle, bir an önce balkondan çıkmaya yönelmeye yönelmiş bir halde dona kalmışken, ezan sesi duyulduğunda, ani gelişen bir takırtı sonunda toparlanıp, durdular. İşte, sevişirken ezan okunması böyle insanın elini böğründe bırakan ve ayağına dolandıran bir şeymiş, o gün bunu anladım.
Bu arada, adam karısından ayrılmış falan değil; karısını çocuklarıyla birlikte memlekete bir haftalığına göndermiş biriydi. Bir de kadın ezan sonrasında "karından boşanmadıysan seni mahvederim." deyip, kahkahalar atarak, zevkten dört köşe konuşmalar yapmaya başladı ki, ben artık daha fazlasına dayanamayıp, kafama yastığı geçirip uyudum. bir de bunun 6-7 ay sonrasında kadının sarhoş bir şekilde gelip, yanlışlıkla bizim evin kapısını çalması var ki, bu da ayrı bir dünya...

Müslüman doğulmayıp; olunmalıdır belki de. Karını aldat günah olmasın; ezan okunurken seviş günah olsun. Ama yıllar sonra şimdi anlamış bulunuyorum, neden “Oy Asiye”:)

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Islak-Mendil-Havlu-Kağıt

Günlük hayatımıza güneş gibi doğan, basit lakin pek kullanışlı ve icatları öncesindeki hayatın hayalinin bile zor olduğu iki önemli üründür, ıslak mendil ve havlu peçete. Kadın kısmısının hijyenik olduğunu göstermek amacıyla hayatlarının her alanına sokuşturdukları bir nevi tampon da olmuşlardır aslında, asıl amaçlarından saparak. Fakat bir yerden bir leke temizlenmeyecekse, hijyen amaçlı kullanıldığında elindeki mikropları alıp, olmayan yere de bulaştıran, mikrop kırma özelliği olmayan ve enteresan şekilde hep nemli kalan bir zımbırtıdan fazla anlamı yoktur. Bunları, her bir hareketi sonrasında çantasından çıkarıp kullananların, elini yıkaması gerektiği anları es geçerek, elinde tesadüf eseri temiz kalabilecek yere de pislik bulaştırmadıklarını düşünmeden duramaz insan olan. Ama hatun kişi dokunduğu her bir yerden, “iyyy çok iğrenerek”(  ), çantasından kokoşlar için dizayn edilmiş paket çıkararak elini silen hassas mideli temiz kızdır. Hadi oradan!!! İğrenç, bildiğin paçozdur bu...
Sidik damlamış bir klozet silindiğinde, artık o damlamış olduğu alandan fazlasına ulaşmıştır mesela. Kızın eli de umumi tuvalete dönüktür, manikürlü ve bebek elleri gibi yumuşacık olsa da. Bunlar hep, bulaşık bezlerinin sabunlanarak, ellerini yıkamamak için direnen çocuğu kendince pratik bir çözümle arındıran ve içi rahat edebilen annelerin kafalarından beslenmiş, daha çok para kazanma odaklı ve insan sağlığını göz ardı etme ustası olan kapitalist düzenin de “kullan at” mantığına göre düzenlediği atıklardır halbuki.
Tuvalete girdikten sonra, ellerini ovuşturmaya bile ihtiyaç duymadan, kelimenin tam anlamıyla “iki saniye” suyun altında tutan insanın, etrafındakileri sanki onlar kendilerini yeterince temizlik olayına kaptıramıyormuş gibi hissettirmesi de olayları “çoklandırma” taktiğine dayanır. Başrolde de kağıt peçeteLER vardır. Önceleri dikkatini dağıtan o kadar çok unsur oluyor ki, o kişi ellerini yıkarken musluğu açış şekli, musluktan akan suyun şiddeti ve hissedilen sesi, musluğu kapattığı anın peşine eklenmiş olan elindeki suları silkelerken elinden şelale olup akmış suların yayılmış olduğu alanın çokluğu, havlu peçeteleri peşpeşe en az beş kere hızla çekerken, aynı anda avcunun içinde yumak haline getirme hızı ve tuvalet kapısı gibi bir mikrop duvarını geçmek için son bir kağıt havluyu daha tiksintiyle çekip, ayağını kapı önüne koyup, peçeteyi çöp kutusuna deliksiz atmak gibi… Karşında sadece temizlik kraliçesi görüyor ve kendinden utanıyorsun yaptıklarını düşündüğünde… Çünkü sen, musluğu etrafa su sıçramasın diye azıcık açıyorsundur ve su lavaboya en yakın konumda aktığından ellerini yavaş ve dikkatli bir şekilde, adeta musluğu hiç açmadığın kanısına vardırabilir bir sessizlik içinde, oraya değdirmeden ovuşturuyorsundur. Etraf su gölüne dönmesin diye bir müddet lavabonun içinde ellerindeki suyun süzülmesini beklersin ve hızlı bir hareketle etrafa su damlatmadan havlu peçete çekersin bir adet. Sadece bir!!! Elini iğrenç su ve ıslaklıktan arındırmak için yetersiz olan bir adet kağıt peçete! Pissindir, çünkü bir tane asla elini tamamen kurutmaya yetmez! (Hö?!!!) Eksik bir şeyler yaptığın hem sen hem de etrafındaki kişiler tarafından hissedilir ve sana ve ellerine tiksintiyle bakıldığını hissedersin, yetersizsindir!
Yenilginin kabulüyle farklı bir şekilde incelediğinde ise, artık algıda seçicisindir. Elin su ve sabunla temas süresi bir müddet sonra görülür bir hale gelir. Aslında o kişi, tasarrufu tamamen yanlış anlamıştır: suyu az harcamak tamam... Hadi sabun da kimyasal ve çevreye zarar verecek diye kullanılmıyor olabilir. Ama iki saniyeliğine açılan musluğun vereceği ıslaklık hissinden, ancak 2-4 hafta arasında doğada yok olan ve etkisinin başka ne olduğunu bilmediğimiz havlu kağıtlarını bir kerede en az 6 tane harcamak sanki temizliği sağlayan şey havlu kağıtmış gibi... Ama alınan o son kağıt var ya... İşte o, tuvalet kapısının çoğu insandan daha temiz olmasını sağlayan kağıttır. Havlu peçete de hayatımızda böyle bir güzellik sağlar mesela.
Allah affetsin de... ben bu kadın milletinden pek iğreniyorum...
Yandex.Metrica